Bu yazımda siz değerli dostlarıma günümüzün gençlik edebiyatının durumunu, gençlik edebiyatının   hangi seyre doğru gittiğinden bahseden bir araştırma yazısı sunacağım. Genç bir yazar olarak gençlik   edebiyatının durumu ve konusunda en önemli ve en sıcak bilgiyi siz değerli dostlarıma vermem gerektiğini   düşünüyorum. Bizden önce ki nesillerin gençlik edebiyatına bir tanımlama getirmesi durumu aşırı fazlalık ve   önem kazanmış durumdadır ve bu durumu yine bir gencin gözünden görülmesi inancındayım. İyi okumalar   dilerim.

Konuya Başlarken
Giriş olarak edebiyatın kendisi ile başlamak gerekiyor. Edebiyat toplumun her kesimiyle birlikte;   hayatla birliktedir ve toplumun yaş ve statüsü fark etmeksizin her bir parçası ile anlam kazanır. Edebi   ürünlerin emek vereni olan yazar, yaşı ve durumu fark etmeksizin her koşulda önemlidir. Bununla birlikte   edebi eserlerin en önemli kısmını toplum oluşturur.
Günümüzde gençlik edebiyatı konusunda ise tartışmalar güncelliğini sürdürmektedir. Bu tanımlama çabası genellikle yersizliğini korumaktadır. Gençliğin edebiyatta yarattığı değişimler ve gelişimler o kadar hızlıdır ki bu konu da tanımlama getirme çabası genel anlamıyla nafile bir çabadır. Gençlik, dinamizm ile sürekli yeniliği getirendir. Bu gelişmelerin, yenilenmenin ve yeni tarzların ortaya çıkması durumu da 21. yüzyıldan itibaren kendini belli etme durumu başlamıştır. Toplumda gençlere bakıldığında gençler de edebiyat gibi sürekli var oldular ve var olacaklardır. Gençlik, dinamizmin ve enerjinin yanında “yarın olmak” düşüncesini elinde taşır. Yarının ipleri elbette gençliğin elinde olacaktır. Gençlik için yeniden üretim alanı olan edebiyat sistemin devamlılığı açısından büyük anlam kazanmaktadır.
Gençlik Edebiyatının ve Genç Yazarların Temel Problemleri
           
            Bunu bizzat yaşamış bir genç olarak eğitim sistemimizin temel noksanlıklarından dolayı gençler edebiyattan uzaklaştırmaktadır. Ebeveyn ya da öğretmen olarak okuma zevki ve alışkanlığı kazandırılamamış çocuğun edebiyat ve edebi yapıtlarla ilişkisi kesinlikle uzak, çoğu zaman mesafeli durumdadır. Eğitim sisteminin getirdiği temel noksanlar, eğitimcilerimizin yetersizliğinden kaynaklı olarak çocuklar, gençler beklenen performans ta edebi ürünleri yeteri kadar tüketmemektedirler. Bu yüzden yazılan edebi eserler yeteri kadar ayrıntı barınmamakta, konusu basit olmakta ve eleştirel düşünme bulunmamaktadır. Bu bizim açımızdan hem kendi ayıbımızdır, bizim olduğu kadar bizi yetiştiren önce ki neslin de hatası bulunmaktadır. Bununla birlikte YKS sınavı, dershaneler, gelecek kaygısı ve buna bağlı aile baskısı da bu üretim kısırlığının ya da yetersizliğinin önemli gerekçelerinden biridir. Eğitim sisteminde ki bu “at yarışı” muamelesi, her eğitim dalında ezberci tutumun olması da gençlerin yazdığı edebi eserlerin doyurucu olmamasını açıklamaktadır. Gençlik olarak bir şekilde kendimizi geliştirmeye ve eğitmeye çalışarak edebi eserlerimizi ortaya koymaktayız. Bunun çözümü ise edebiyat eğitiminin ezbercilikten kurtulup temel düşünceye yönelmesi, eleştirel tutumun ön planda olması ve irdeleyip benimseme kültürünün elde edilmesi ile olacaktır.
            Gençliğin en büyük temel yetersizliklerinden biri ise geçmişten beslenememesi durumdur. Türk edebiyatına bakacak olursak 1980 yılından sonra bir kısırlaşma ve tekerrür etme durumunu görmekteyiz. Türk edebiyatını oluşturan gençler geçmişe dair yazılı metinlerden beslenemiyor, günümüz modernizmi içerisinde tekerrür eden konulardan beslenmektedir. Bu durumda edebiyatla daha az beslenen, toplumdan değil de kendi duygusal durumundan beslenip te yazan bencil bir yazar nesil gelişmiştir.

Umut Vaat Eden Genç Yazar Kitlesi

            Bu durumlar olmasına karşın edebiyatımızda genç yazarlar daha umut vaat edici gelişmeler göstermektedir. Kitaplarda sadece genç karakterlerin ve aşkın olmasının çok ta önemli olmadığını kavrayan gençler, atmosfer ve konu bakımından daha çok çeşitlilik elde etmekte ve eski nesil yazarlardan beslenmeyi yavaşta olsa algılamaktadırlar. Bununla birlikte batı dünyasında konusu geçen “yetişkin genç” kavramı her ne kadar gençlerin eserlerini önemsiz kıldırmaya çalışsa da genç yazarların edebiyata getirdiği yeni soluk yetişkin okurların ve edebiyatçıların dikkatini çekmeye başladı. Teknolojinin getirdiği yenilik ve sağladığı imkan genç nesillerin insanlara daha çabuk ulaşmasını sağlıyor ve yeni neslin edebiyatı her geçen gün daha hızlı bir şekilde tüketiliyor. Bu hızla birlikte güncelleşme durumu daha hızlı bir şekilde gelişiyor, yeni tarzlar ve yeni denemeler daha aktif bir şekilde görülüyor. Akademik çevrede hala yeteri kadar ilgiyi bulamasak ta sosyal çevre de azımsanmayacak derece de önemli ilgi ve alaka gözlemlenmektedir. 2000’li yıllar da batı dünyasında gelişen yeni akımlar Türk edebiyatını da etkilemiş ve bununla birlikte atmosfer bakımından daha fantastik, distopik ve kurgusal öğeler kendini göstermeye başlamıştır. Bununla ilgili olarak bu gözlemlerimi wattpad internet sitesi üzerinden sağlıklı bir şekilde gözlemleyebilirsiniz. Tabi ki halen klasikleşmiş aşk, entrika ve cinsellik üzerinden bir kitle de bulunmaktadır. Ama sonuç olarak bu karışım ve müzakere ile birlikte ortada daha aktif ve daha güncel bir edebiyat dönemi görülmektedir.

Sonuç olarak gelişim devam etmektedir. Biz gençler olarak yapmamız gereken, okumak ve daha çok beslenerek edebi gelişime katkı sağlamaktır. Bugünün gençleri olarak yarının edebiyatına biz yön vereceğiz ve bunun bilincinde olarak hareket etmeye devam ediyoruz ve öyle olacağız.


KAYNAK
·         Gelenek Dergisi: Yıl 2009 – Sayı 102
·         Distopik Romanların Gençlik Edebiyatındaki Yeri Üzerine Değerlendirme: MCBÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ – HAKAN İSKENDER
·         Gençlik ve Edebiyat – Hülya Soyşekerci




       Herkese yeniden selam olsun dostlarım. Burada ki sığınağımız da huzur bulan ve nefes alabilen dostlarım. Temelimde esin kaynağı olarak gördüğüm bu edebiyat türünün yeni bir araştırma yazısıyla karşınızdayım. Bugün "Distopik Eserlerde Toplum" üzerine bir deyişte bulunmak istedim. Belki de bu yazı sonrasında insanlığın nasıl bedbaht bir durumda olduğunu ve kendini bir distopya içerisinde yok ettiğini fark edeceğiz. Ama her şeyin en başında bu analizimiz içinde bilgi gerekli.

       Bu yazımı okumaya başlamadan önce distopya edebiyatı hakkında kısa ve ferah bir bilgi edinmek isterseniz buraya tıklayarak bu konuda ki yazımı okuyabilirsiniz.


 Toplum Nedir?

       Toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için etkileşen , belli bir coğrafi mekanda yaşayan ve ortak bir kültürü paylaşan pek çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliğe “toplum” denir.

      En başta toplumun ne demek olduğunu bilmek lazım diye düşünüyorum. Yukarıda ki tanım, genel olarak sosyoloji bilim dalının bize sunmuş olduğu resmi kaynaklardan aldığım bir tanımdır. Toplum, sosyalleşmenin ve büyümenin getirdiği insanı bir ihtiyaçtır. Bireyler toplumu, toplumlar ülkeleri oluşturur. Bununla birlikte toplum her zaman yönetilmeye aç bir sürüdür.


Distopya da Toplum

     Distopya tanım olarak ilk kez Thomas Moore tarafından öne sürülen bir kavram olsa da uzun bir süre tanım olarak sağlam bir netlik kazanamamıştır. Bu kavram öne sürülmeden önce de toplumda muhakkak bu tanıma yakın bir kuşku dönemleri geçirmiştir. Bunun fiziksel olarak belirli bir tanıma uyması ve vücut bulması süreci de toplumların kendi kendilerine yaşatmış olduğu kaoslardan, felaketlerden meydana gelmiştir. Toplumu açıklamamızın sebebi de kelime anlamıyla distopya terimini esasında toplumun yaratmasıyla oluşmuştur. Distopya felsefesi ve düşüncesi ile birlikte diğer felsefe ve düşünceler de toplumun kendi kendine ürettiği iyi ya da kötü durumlardan ve olaylardan beslenerek meydana gelmiştir.

     Distopik romanlar genellikle çağdaş toplum unsurlarını içeren ve bazı modern eğilimlerin sakıncalarına karşı uyaran ve buna geleceğin durumunu anlatırlar. Sosyolojik olarak konuya bakıldığında sosyal gelişmelerle ilişkileri açısından bir edebi tür olarak romana verilen anlam ve önem ile karşılaşmak çok olasıdır. Bu anlamda sosyolojik ve toplumsal yapıyı teknolojinin gelecekte koyacağı denetim potansiyelini ve bunun insan doğası üzerinde ki olumsuz etkilerinden haberdar eden avangart* sanatçı ürünleridir. Bu gelişmeler sanatçının duyarsız kalamayacağı sosyal sorunların varlığını işaret etmektedir. Sanatçının anlatmak istediği bu tekno-sosyal gerçeklik durumları, bireyden topluma tüm ilişki durumunu belirleyecek düzeye ulaşmıştır. Bu konuda anlatım, bir ihtiyaç haline gelmiştir.

     Toplumsal açıdan bakıldığında feminist, solcu, fantastik, siberpank(cyberpunk) distopya vb. bir çok kurgusal yapının, düşüncenin eserlere işlendiği çok net bir şekilde görülmüştür ve bunun gibi bir çok temel ve alt kurgu yapıları halen görülmektedir. Baktığımızda distopik romanlar, toplumun hızlı değişimi ve gelişiminin yarattığı sosyo-psikolojik durumun edebi yansımalarıdır, meyveleridir. Açıklamak gerekirse insanın varlık, evren, doğa, gündelik hayat vb. konulara yapılan topluca müdahalenin doğurduğu gelecek kaygısının en sert toplum muhalefetini gerçekleştiren ürünleridir. 1930 - 1960 yıllarında çıkan distopik eserler ise "İkinci Dünya Savaşı dönemi ve hemen sonrasında teknolojiyi savaşla hatırlayan, maceraperest iktidarlardan yorulmuş kitlelerin yorgun iç dünyasını anlatan" edebi ürünler olmuştur.

     Distopik romanlar zamanla toplumsal yapının, teknolojiyi ve düşünsel anlamda bilimsel kuramlarla olumsuzlukların tartışıldığı düşünce ortamı haline gelmiştir. Bu romanlarda kapitalizm ve totaliter rejimin altında gelişen gözetim mekanizmaları, sınıflaşma, şirketleşme, kurmaca gerçekliklerin oluşturulması, hafıza kaybı, paranoya, propaganda, makinelerin hakimiyeti, ekolojik kirlenme, salgın hastalıklar, beklenmeyen sonuçlarıyla genetik deneyler ve izole toplum temalar kullanılmaktadır. Distopik romanların ortaya çıkışında ve devamında sadece kötümser felsefenin değil eleştirel çatışmacı yaklaşımın değişik önermelerinin etkileri her zaman görülmüştür. Modernizm karşıtı bu duruş, özgürlüğü kısıtlamış ve düşüncesi yönlendirilen toplum söyleminin destekçisi olmuştur. Distopik romanlarda, sistemin tek tip insan üretimi karşısında farklılıkları savunun bir özgürlük gurubun azınlığı ve çeşitlilik arzusunun özgürlüğün temel noktası olarak işlenmesi görüşlerine uyan bir durumdur.


Umarım açıklayıcı olmuşumdur. :)

Bir sonra ki yazımda görüşmek üzere dostlarım. Sağlıcakla kalın. :)
   
Kaynakça;

Distopik Romanlarda Toplumsal Kurgu - Yard. Doç. Dr. Ejder ÇELİK

Ütopya ve Distopya: Siyasetin Edebiyat Üzerine Etkisi - Onur Ağkaya







       Bordo kravatlı adam, bir gökdelenin otuz ikinci katından yere ve gökyüzüne bakıyordu. Gelecek ve geçmişin arasında ki “Araf” adını verdiğimiz o ince çizgi de duruyordu. Saniyeler dakikaları kovalıyordu. Gökyüzüne doğru bakıp mutlu oluyor, aşağıya doğru bakıp iyice hüzne kapılıyordu. Gökyüzünde onu dinleyen ve hiç anlamadıkları dillerine neşeyle bağıran kuşların gürültüsüne hayran oluyor, aşağıya baktığı zaman ise aynı dili konuştuğu ama bir saniye bile olsun yukarı bakmaya ve ona seslenmeye tenezzül dahi etmeyen insanlar içinde büyük bir hüzün, acı ve utanç duyuyordu. Bu sefer bir şeylerin farkındalığını yaratma zamanı gelmişti adamın. Evet, o adam bütün dünyaya ne kadar bağımlı, iğrenç ve ne kadar sefil olduklarını otuz ikinci kattan zemine çakılarak damlayan her kanı ile gösterecekti. Gökyüzüne son bir kez baktı ve usulca tebessüm etti kuşlara. Tam yere doğru hüzünle bakıp son görevini yerine getirecek iken arkasından bir el dokundu.
            Durun bir dakika bunun öncesinde hikâyenin en başına dönmemiz gerekiyordu değil mi? 
 Tabi ki evet!
            Haziran ayının ortaları denebilecek bir zaman diliminde sıcaktan bunalan, deyim yerindeyse kavrulan birçok insan elinden gelenin son raddesine kadar hareketliliğini sürdürmeye çalışıyordu. Bordo kravatlı adam da bu anlamsız ve bu kadar sıcağın ortasında oluşan gereksiz insan kargaşasının içinde kendine yol bulmaya çalışıyordu. Bordo kravatlı adam, modern zamanın dili ile asosyal, kendi tabiri ile modern zamanda insanın olması gereken saflığa ulaşmanın bir yolunu bulmak. Bir başka deyişle modern zaman filozofu olma aday adayıydı. Sadece aday olmakla kalınmaz ve yetinilemezdi. Filozof ya da derviş olmak zor zanaattı vesselam. Bordo kravatlı adam, bununla yetinmek istememesine rağmen giderek küreselleşen ve bunun yanında yalnızlaşan dünya da kendine bir “sosyal kimlik” tanımlamak zorunda idi. Ne de olsa milenyum çağı insanıyız her birimiz. Yani her birimiz teknoloji çağının en büyük tüketilebilir besin zincirinin en başında ki kurbandık. Bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu bu adam çok iyi biliyordu.
            Yavaş yavaş İstiklal Caddesi’ne çıkan yokuşu tırmanmaya çalışıyordu. Sivrisinekler yaz aylarının gelmesi ile birlikte ortalıkta cirit atmaktaydı. Yüzü boncuk boncuk terlemişti ve gömleği de terden üzerine yapışmıştı. Artık tek dileği bir an önce kurumak ve yazın ortasında hastalıkla boğuşmamaktı. Güçbela da olsa İstiklal Caddesi’nin Şişhane tarafına çıkmayı başarmıştı. Güneş alabildiğince beton asfaltı yakıyor ve asfalt yandıkça da insanları bir yumurta misali pişirmeye devam ediyordu. Her tarafta mağazalar vardı. Sağ tarafta gölgelik bir yerde kontrbas ve çello çalan iki adam vardı. Bu kadar yalnızlaşan dünya da bu iki müzisyen kafadarın insanlarla bir duyguyu paylaşma çabalarını takdire şayan bir davranış olarak buldu. Usulca gülümsedi bordo kravatlı adam, müziğin ahengine kapıldı. Çello çalan uzun saçlı genç adamın gülümsediğini fark edince bu tepkisini adabına uygun bir şekilde karşılık verdi. İşte o an bordo kravatlı adamın en mutlu anı oldu. Hem de otuz iki yıllık uzun bir hayat dönemi içerisinde uzun zamandır böyle mutlu olmadığını fark etmiş olsa ki elini gülen yanağına koydu ve bu durumu biraz yadırgadı.
            Sahi en son ne zaman mutlu olmuştu bu adam?
            Sorusu yanıtsız kaldı kendi içerisinde. Belki de yıllar önce bu denli bir mutluluk yaşamıştı. Aklında ve yüreğinde ki tozlu raflarda kalan anıları yoklasa da bir sonuç elde edemedi. Sonuç her zaman ki gibi hüsran olmuştu. Usulca sıcak ve kokuşmuş asfaltta yürümeye devam etti.
            İstiklal Caddesi üzerinde ağır ağır ilerlemeye devam ediyordu. Sağına baktığı zaman ufak butik bir kitap kafe, antikacı ya da bir kitapçı görürken sol tarafında alışveriş mağazaları bulunuyordu. Bu yapıların konumu tesadüfen mi böyle olmuştu yoksa bilinçli ve zekice hazırlanmış bir şehir mimarisi miydi? Caddenin ortasında durup uzun uzun düşündüyse de bununla alakalı içinden herhangi bir sonuca varamadı.   
            Caddede bulunan yapılar ve insanlar üzerine gelmeye devam ediyor, aşırı bunaltıcı sıcak adamı pişirmeye devam ediyordu. Birden üzerine gelen insanları inceleme kararı aldı. Üzerine gelen insanlar yüzüne bakmıyordu! Üzerine geldiği ve gözünde büyüttüğü insanlar yüzüne dahi bakmıyordu. Kafasını birazcık eğdiğinde ise herkesin elinde bir telefon olduğunu gördü. Sahi ya! İnsanlar teknolojinin birer tüketicileri idi. Ama bir gün onlarında tüketileceğinin daha iyi biliyor ve bu durum sinirini bozmasıyla birlikte aynı zamanda üzüyordu.
            Yavaş yavaş St. Antuan Katolik Kilisesinin önüne geldi. Ter yeniden her yanını kaplamıştı. Kilise, caddenin en muhteşem gölgelik alanlarından biri olduğu için kendisiyle aynı fikre kapılan bir öbek insan silsilesi de burayı kendine mesken edinmişti. Tabi ki de bu durumun hiçbir turistik açlığı gidermek nedenli olduğu apaçık belliydi. Zaten insanlardan yeterince sıkılmış ve bunalmış olan bordo kravatlı adam oradan da bir an önce kaçması gerektiğini anlamıştı. Madem bu kadar insandan yorulduysa ve bıktıysa neden insanlardan kaçmak yerine bu kadar insan yığını olan bir caddeye çıkmıştı? Cevabı kendi içinde vererek; “İnsanlarla yüzleşmek için!” diye fısıldadı kendi kendine.
            İnsanlarla yüzleşmeyi düşünüyordu bu orta yaşlı kendi halinde olan adam. Kendi kendine sürekli konuşan bu adamı dışarı da ki hiç kimse umursamıyordu. Kimsenin kimseyi umursamadığını düşünüyordu adam. Herkesin bencil olduğunu, kimsenin kimseye yararı dokunmadığı bu milenyum çağında neden yaşadığını ya da yaşama sebebinin ne olduğu kendi kendine sorguluyordu. Yürürken anlamadığı bir şekilde bir karaltı gördü ve geçen kişinin ona baktığını gördü. Bunun normal olmadığını düşündü adam. Yavaş yavaş dikkatini yere bakmaktan çekerek caddeye ve insanlara doğru yöneltti. Adımları çok azda olsa hızlanmıştı artık caddeye ilk çıktığından biraz daha hızlı yürüyordu. Sürekli ona bakan bir insan olduğunu fark ediyordu. Pek ama neden? Bunun cevabını henüz bilmiyordu.
           

            Onu takip etmeye çalışıyor fakat bu karaltının neye benzediğini bilmiyordu. Anlamsızca sadece bir çift göz görüyordu. Boyu yaklaşık 1.68 boylarında olduğunu tahmin ediyordu. Cadde gölgelik olduğu için olsa gerek insanların arasına karışmasını iyi bilen birisiydi. Belki de tanıdık bir yüzdü fakat o da pek tanımadığı için anımsıyor gibisinden ona zaman zaman bakıyordu fakat böyle bir durum adamı şimdiden kuşkulandırmıştı. Cadde bitmiyor, insanlar sürekli üzerine geliyor ve birisi ondan sürekli kaçarcasına ilerliyordu. Bu durum hiç başına gelmediğinden olacak ki bu sefer sıcaktan değil heyecandan elleri terliyordu. Ama onu takip etmeye ve onu yakalamaya kendi benliğinde ant içmiş ve bu onun son göreviymiş gibi ilerliyordu caddede. Ara sokaklardan birinden hızlıca bir araba çıktı bunu son anda fark eden adam büyük bir korkuyla kendini geri atmak zorunda kaldı. Öyle durdu olduğu yerde adam. Uzakta bir ışık huzmesinin içinden tam olarak seçmeyi başardı. Bir kadındı ve bu kadını en son on yıl önce görmüştü. Hala on yıl öncesinin halini görüyordu. Kadını gören adam birden dehşete düştü ve yere düştü.
            Birden kendini kaldırımın kenarında birkaç kişinin yüzüne su serpmesi ile uyandı. Kimseyi önemsemeden saatine baktı. Onu gördükten sonra sadece on beş dakika geçmişti. Fazla vakit kaybetmediğini düşündü adam. Etrafa baktığında ona bakan ya da o kadına ait hiçbir şey yoktu ortada. Kadını kaçırdığına gerçekten üzülmüş olacak ki sinirlendi birden ve akabinde bir hışımla kalktı. Etrafında ki insanların meraklı bakışları ve onun iyi olup olmadığına soruları “Teşekkürler” diyerek yanıtladı ve oradan ayrıldı.
            Taksim metro durağına indi adam. Burası caddeye göre oldukça serindi. Bir yandan içinde bir rahatlama ile beraber “ya hasta olursam?” korkusunu da içinde taşıyordu. Şimdi nereye gideceğini bilmiyordu fakat aklı sadece yollarda idi. Yol, bitene kadar yol, alabildiğine yol. Sadece bu geçiyordu aklından daha da farklı bir şey düşünemezdi sanırım. Metroya bindi. Garip gelebilirdi fakat bordo kravatlı adam bu kapanma sesini sevmezdi. Ne zaman bir kapanma sesi duysa bunu kendi içinde ki umutsuzluğuna ya da bir şeylerin bittiğine yorardı. Hayatının her yanın da ki ikili insan ilişkileri de bu kapanma faslı ile bitmişti. Bunun yüzünden olacak ki bu sesi sevmezdi. Otururken yine aynı olay geldi aklına. Gördüğü kadın doğru kişiydi. En başta gece mavisi renginde olan saçlarını gördüğü anda onun olduğu fark etmişti. “Peki, ama neden?” ve “Nasıl olur?” soruları geçiyordu içinden. Neden bu kadın yüzünü ona göstermişti? Nasıl olur da onu bıraktığı yaşta olabilirdi?
            Bu düşüncelerin ardı arkası kesilmezsen bir adam yanına oturdu. Yaşı ona nazaran bayağı gecikti fakat ona abi diyebileceği yaşta bir adam oturmuştu yanına. Bordo kravatlı adam aynı dalgınlığını sürdürürken, yaşlıca olan diğer adam ona usulca seslendi;
-          Sende mi sorguluyorsun?

-          Nasıl yani? Dedi bordo kravatlı adam.

-          Gözlerinin öfkeli dalmasından belli sende sorguluyorsun bir şeyleri

-          Evet, sorguladığım doğru. Neden bu kadar dikkatinizi çekti merak ettim.

-          Sen benim yaşamımdan bir kesitsin de bu yüzden.

-          Nasıl yani? Ne saçmalıyorsunuz?

-          Bu halimin dikkatli olduğunu sanırdım birde dedi gülerek. Bende ki bir şeyler fark etmedin sanırım.

Adam daha dikkatli bakarak gösterişsiz spor hırkasının içinde ki kıyafeti gördü. Biraz ilginç geldi hafif şaşkın bir ifade ile adamın yüzüne baktı ve bakmasıyla korkması bir olmuştu. Yüzüne baktığı adam kendisiydi. Evet, yanlış görmüyordu bu adam kendisiydi! Birden korkmaya başladı ve bu esnada adam elini omzuna koyarak;
-          Korkmana gerek evlat. Senin için buradayım.

-          Nasıl benim için buradasın?

-          Bugün bir şey gördün değil mi? Senin on yıl benim yirmi beş yıl öncesine ait olan bir şeyden bahsediyorum.

-          Evet, onu gördüm. Onun kim olduğunu biliyorsun değil mi?

-          Biliyorum, ikimizin de anlaşılacağı bir dilden konuşmam gerekirse gece mavisi saçlı kadın diye bahsedebiliriz. Zira bizim için önemli bir detaydı biliyorsun.

-          Gayet iyi biliyorum. Bu arada gelecekte bu kadar sade duracağımı bilmiyordum. Şaşkınlığımı affet lütfen.

-          Şaşırman gayet normal bunu anlıyorum ama biliyorsun biz sadelikten vazgeçmeyen bir felsefe adayıyız değil mi?

-          Bu konu da hala değişmediğimi bilmek güzel oldu. Tabi ki öyleyiz. Ama bunu başaramadık sanırım.

-          Eğer yaşıyorsak, başarmaya bir adım daha yakınız.

Böyle geçen bir sohbetin ardından istediği yere geldi adam ve o nefret ettiği sesi tekrar duydu. Birden;
-          Gitmem lazım.

-          Bende geliyorum.

-          Nereye gideceğimi dahi bilmiyorsun.

-          Gayet iyi biliyorum. Unutma ben kimdim?

-          Sahi ya. (Gülümseyerek) Sen benim 15 yıl sonra ki halimsin ne de olsa.

-          (Kahkahalı bir şekilde) O zaman bile zeki olduğum bir gerçekmiş!

Birlikte ağır bir şekilde yürümeye başladılar. İkisi de hafif bir tebessüm halinde hiçbir şekilde konuşmadan yürüyen merdivenlerde gidiyorlardı. Bordo kravatlı adam kendisinin on beş yıl sonra ki halini gördüğü için hem şaşkındı hem de mutluydu. İkisinin de aradığı şeyin o olduğundan kesin olmaları da yıllar boyu süren bir arayışın devamı olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor ve bu durum adamın canını sıkıyordu. Çıktıkları yer 4. Levent’in tam ortasıydı. Kocaman binalar gökyüzüne karanlık bir hava katıyor iken camlarına vuran güneş ışıkları da binaları bir o kadar görkemli kılıyordu. İkisi de aynı anda hayretle binaya baktılar ve sonra birbirlerine bu davranışlarından dolayı güldüler. Bordo kravatlı adam, kendisini anlayan bir kişinin yanında olmasında mutlu ama anlayan kişinin de gelecekten gelen kendisi olması durumu da adama bayağı komik geliyordu. Sonra yeniden bir karaltı ve bir çift göz göründü uzaktan. Bunun o olduğunun farkına varmıştı. Birden gelecekti haline dönerek;
-          Az önce benim gördüğümü sen de gördün mü?

-          Unutma ben yaşadığın anıları yeniden yaşıyorum.

-          Haydi, koşalım o zaman!

-          Sakin ol. Sadece yavaşça takip et. Yıllardır ona yaklaşmak için yavaş davranıyorum.

-          (Gülerek) Doğru yaşlandım ya ondandır!

-          Saçmalama lütfen! Yaklaşık 10 yıldır bu şekilde yaklaşabilmeye yakınlaştım. Yoksa seni hayli hayli geçerim. Sigara içmiyorum fark ettin mi?

-          Sahi ya ben ne zaman sigarayı bıraktım?

-          Zamanı gelince ve yapacağın seçimlere göre karar verirsin.

Etrafta bu konuşmalar geçerken insanların anlamsız bir şekilde kendilerine baktığını fark etti adam. Uzun zamandır yüzüne dahi bakılmayan bu adama neden bu kadar dikkatli ve bir o kadar anlamsız baktıklarını çözemedi fakat bunu çok ta umursamadı. Karaltının gittiği yere doğru gitmeye devam ettiler yavaşça. Yaşlı adamın dediği doğruydu. Yavaş gittiklerinde kadın da yavaşlıyor ve sadece onlara bakıyordu. Zaman zaman ışıktan dolayı tam anlamıyla kadını görmeyi başarıyorlardı.
-          Bu takip ne kadar daha sürecek?

-          Merak etme evlat. Birazdan bitecek ve bir seçimle karşı karşıya kalacağız.

-          Bir seçim derken?

-          Zamanında yapmadığım bir seçimle alakalı evlat. Birazdan göreceksin.

Bir plazanın içine girerken kayboldu kadın. Peşinden gitmeye devam ettiler. Güvenliği zar zor geçtikten sonra merdivenleri hızlı adımlarla çıkmaya başladılar. Her karaltı geldiğinde ona daha çok yaklaşır gibi oluyorlardı. Zaman zaman nefesleri kesiliyor ve dinlenmek zorunda kalıyorlardı. Birden kendilerini otuz ikinci katta buldular. Boş bir ofisin içine girdi kadın. İçeriye girdiklerinde kadın açık olan pencerenin kenarına oturmuş ona gel dercesine işaret etti. Adam pencereye doğru yönelse de kadın kendini aşağıya bıraktı. Adam pencereye doğru gitti ve pencereye aynı şekilde oturdu, ayaklarını dışarı çıkardı.  Adamın arkasından yaşlı adamın eli dokundu.
-          Şimdi nasıl bir seçimin ortasında kaldığımız anlıyor musun?

-          Durumun gayet farkındayım. Farkında olmasam kendimi buraya koymazdım.

-          Peki, bunu yapmak istediğinden emin misin?

-          Sen yapmadığında ne olduğunu görmüş olduk. Ama benim durumum farklı. Ben amacın ne olduğunu çoktan anladım.

-          Neymiş peki amaç?

-          Bırak o da bende kalsın.

-          Bak emin misin? Bu kararı alırsan ikimiz de yok oluruz, biliyorsun.

-          Bunu gayet iyi biliyorum. Peki, sen yok olmaya hazır mısın?

-          Ben bunu fark edeli yıllar oldu evlat. Hadi yok olalım o zaman.
Adam kendini aşağıya doğru bıraktı. Hayatından ki en büyük korkusu olan yükseklik korkusunu da ilk ve son kez tadıyordu. İşte o zaman insanların ona nasıl baktığını fark etti. Şimdi düşüncelerini tüm insanlığa kanıtladığının farkına vararak gülümsedi. Modern zamanların son filozofu insanlığın en işlek olduğu bir yerde göz göre göre ölümü uğruna her şeyi kanıtlıyordu. Son kez “işte bu!” diye bağırdı ve kendini rüzgârın akışına bıraktı.





      Bu yazımda biraz araştırma yaparak öğrenmenizi istedim. Bu blog da yazdığım kişisel yazıların aslında hangi edebiyat türüne eğilim gösterdiği konusunda sizlere daha bilgi yüklü, detaylı ve okuması rahat olan bir yazı hazırlamak istedim. Her şey öncelikle bilmekten geçer dostlarım.



Öncelikle Distopya Nedir?


    Distopya kavramı, ütopya kavram düşüncesinin tam zıttı olan bir düşüncedir. Bu ters kavram düşüncesi daha çok edebi eserlerde net anlamda görülmektedir. Ütopya; insanlık için en iyisini ve daha mükemmeli düşleyen iyilik timsali düşünce tarzı olurken Distopya bunun tam tersidir. Distopya; var olan ütopik düşüncenin tam tersi olup post apokaliptik bir dünya ile beraber peşinden gelen insanlık için kötü ve karamsar düşünceyi düşler ve bunun olacağına Ütopyacı bir düşünür ve felsefeciden daha emindir. Ütopik toplum anlayışında mükemmelcilik barındırır. Özgür insanlar, mutlu toplum her zaman yeni bir düşünce ve gelecek olan yenilikler barındırır. Distopik toplum anlayışında her geçen gün daha kötüye giden bir toplum, devlet mekanizmasında özel hayatın kalkması ve şartsız sorgusuz bir itaat etme durumu ile beraber devlet ve devlet düzeninin insanları daha fazla sömürmesi düşüncesi yer almaktadır. Bu konu da ütopyacı bir toplumda distopik bir eserin olması elbette gerçeklerin açığa çıkması açısından tehlikelidir. 


Edebiyatta Distopya'nın Yeri

    Her ne kadar dünya da ütopik eserler bulunsa da distopik eserlerin de yeri azımsanmayacak kadar fazlasıdır. Distopya düşüncesi ilk olarak kendini yazılı edebi eserlerde göstermiştir ve kendini yazılı eserler alanında geliştirip zamanın ve toplumun yapısına uyarak güncelleme göstermiştir. Her ne kadar kötü ve karamsar bir düşünceyi savunsa da her zaman kendini en güncel zamandan besler ve bu şekilde kendi güncelliğini korumaya devam eder.

   Distopya düşüncesi ilk olarak fazla pembe hayaller kuran düşünürler yüzünden kendine bir yol ve bulmuş ve doğmuştur. Ütopyanın bu saf ve fazlasıyla toz pembe olması, yanında kendi tezatlığını da getirmiş oldu ve bununla birlikte tam olarak ismi konulmasa da Francis Bacon'a kafa tutan karşıt eserler yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. 

   Distopya'nın kelime anlamıyla ilk kez kullanılması ve bunun açıklanabilir bir düşünce haline gelmesi durumu 1868 yılında John Stuart Mill tarafından şu özlü kelimeleriyle açıklandı;

   "Ütopya, yaşama geçirilemeyecek kadar iyiyse demek ki tersi de distopyadır. Yani yaşama geçirilemeyecek kadar kötü"

   Bu açıklama ile birlikte ütopya tezine karşılık gelen distopya antitezi kelime ve tanım anlamıyla edebiyatta kendine vücut bulmuş oldu. Distopya da insanın ideal bir toplum ve bu toplum yapısını kurması olanaksızdır, bu yüzden iyi bir toplumun inşası için çalışılmalıdır düşüncesi yer alır. Distopya düşüncesi kaleme alınılan eserlerde toplum baskısı, totaliter yapılar, bu yapıların eleştirisi, teknoloji ile birlikte yaklaşmakta olan insanlığın felaketi, insanlığın kendi öz benliğini yitirdiğinde ne kadar yalnızlaştığı ve bireylerin bu yapıdan kaynaklı olarak nasıl yıprandığı hakkında gayet açık ve sert söylemler belirir. Çünkü distopya düşüncesinin misyonu gelecek zararların ve oluşacak yıpranmanın hakikatini anlatmaktır. 


   Distopya edebiyatında araştırmalara baktığımda 3 temel evresi bulunmaktadır hepsini başlık ve özelliklerde şu şekilde toplayabiliriz.
  1. 1930 - 1960 Dalgası : Devlet Korkusu
   Bu yıllarda 2. Dünya Savaşı, Komünizm ve Faşizm ile beraber yükselişte olan Kapitalizm sistemlerinin getirdiği baskıcı döneme ait çıkan eserlerdir. Bu zamanlarda çıkan eserlerin distopik temel noktası; özgürlüğün kaybedilmesi ve hükumetlerin kontrolü olmuştur.

     2. 1985 - 2005 Dalgası : Bedensel ve Toplumsal Kaygılar

  Bu yıllarda soğuk savaşın getirdiği korku dönemi ile birlikte artan çevre sorunlarının ve insanların bedensel anlamda yaşadığı kaygılar dan beslenerek o döneme ait çıkan eserlerdir. Bu zamanlarda çıkan eserlerin distopik temel noktası; Devlete güvensizlik ve insanların bedeniyle ve ruhsal çekişmeleri ile ilgili çıkan belirsizlik ve kaygı durumu. 

     3. 2005 - Günümüz Dalgası : Genç Yetişkin Patlaması ve Romantizm

  Bu dönemde artan terör olayları, toplumsal yapının bozulması, popüler kültürün insanları zombi haline getirmesi ve buna bağlı popüler kültür monotonlaşması konusu üzerinden beslenerek çıkan ve çıkmakta olan eserlerdir. Bu döneme ait çıkan eserlerin distopik temel noktası; Romantizm, Post Apokaliptik gelecek hayali, anti-konformist düşünce yapısı ve teknolojinin getirmiş olduğu kölelik sistemidir.


   Distopya düşüncesine ait eserler diğer düşünce yapılarına bakıldığında daha geç çıkmış olup, aradan geçen neredeyse 50 yılı aşkın bir sürede kendini iyi geliştirmiş bir düşünce yapısıdır. Kendini iyi geliştiren bu düşünce yapısına ait eserlerde bir o kadar güncel ve sağlam bir şekilde kendini insanlığa kanıtlamıştır. Bu sayede distopya edebiyatı, ütopya edebiyatının yerini fazlasıyla almıştır. Bu şekilde distopya edebiyatını kendini yazılı edebi metinler bölümünden de aşarak sanatta özellikle sinemada ve oyun sektöründe kendini daha ayrıntılı bir şekilde görsel olarak anlatma imkanı buldu. Bununla birlikte distopya düşüncesi ve distopya edebiyatı, bugün de kendi güncelliğini korumakta ve gelişimin sürdürmektedir.


Yazımı bitirmeden önce size önerebileceğim 5 adet içinde distopya düşüncesini bardındıran eser;

  • Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya
  • George Orwell - Hayvan Çiftliği 
  • Albert Camus - Yabancı(Duygusal ve insan yapısı bakımından distopik ögeler barındırır.)
  • Ally Condie - Eşleşme
  • Anthony Burgess - Otomatik Portakal

   Bir sonra ki yazımda görüşmek üzere dostlarım.





 

       İçimde ki çığlıklar gitgide yükseliyor. Kaybolmuş bir nehrin ortasında sadece akıntıya kapılan bir damla gibiyim. Durgunum. Nefretim, bu durgunluğun arkasından gelecek olan öfkeli dalga da gizli. İçimde ki küçük bir çocuğun çığlığını taşımak üzere programlanmış bir robotum sanki. Öylesine delice, öylesine kararlı ve öylesine bir ölesiye durumun içerisindeyim.

       Benim anlatmak istediğim her şeyin en basit, en varoş ve bir o kadar da kompleks halini Tepki 2017 yılında anlatmış oysa. Benim burada yapacağım tek şey daha bir yazılı edebiyat üzerine olacak, müzikal anlamını gidip dinlersiniz.

       Bu hayatın neresindeyim, neresindeyiz? Bir bok çukuruna düşmek üzereyiz ve o takım elbiseli, paralı köylü adamlar bizi o bok çukuruna attıkları para desteleri ile düşürmeye çalışıyorlar. Sahiden ben bu muyum? Sahiden sen bu musun?

      Tek derdimizin bir avuç alınan para ve SGK priminden ibaret olduğu gerçeği kafama kurcalamakta ve ağzına ettiğimin her günü ne yazık ki bu düşünce ile geçirmekteyim. Ne yani sen, hey okuyan insan. Bunun böyle bir hayattan ibaret olduğunu mu sanıyorsun yani? Bu sabah işe giderken yediğin simit ya da poğaçanın midesini yakmasıyla mı duracaksın her gün? Neyse sana laf anlatan kim ki zaten..

      Dik bir yokuşun daha başlarında vites küçültmeye benziyor hayat. Gençsin, hızlısın ama ne yazık ki vites küçültmen gerekiyor ve bu durum seni de beni de gayet sinirlendiriyor. Ne olduğunu bilmediğimiz bir hayat, durmak bilmeyen bir akrep ve yelkovan, bunun üzerine yetmezmiş gibi bu denklemin içinde sıkışıp kalıp bu denklemde basit ve paralı gözüken ucuz yaşamlar sergileyen sürüngen vasfında ki insan yığınları...

     Burada ki mini yazıyı bitirirken o insanları da sigaramın son dumanına sığdırıp söndürüyorum ve havada kayboluyorlar. Bunu yaparken yüzümde beliren pis gülümsemenin haddi hesabı yok. Bunu yaparken Ahmet Say' ın edebiyatında ki kaba üsluptan farkım kalmıyor ama bunu seviyorum.




 - Ne yaptığımı bilmiyorum.
 - Ya da ne yapacağımı...
 - Olduğumdan daha yalnız ve anlaşılmaz hissediyorum.
 - Yazın ortasında yaşanan bir yağmur olayı gibiyim.
 - Herkes benden uzakta.
 - Herkes benden kaçışmakta.


     Böyle bir düşüncenin senkronizasyonu içerisinde buldum kendimi. Kendi içimde yaşadığım garip ve manasız çatışmaların arasında buluyorum kendimi, tıpkı herkes gibi. Klasikleşmiş bütünlerden kaçmaya çalışırken yeniden aynı klasikleşmiş şeylerin arasında buluyoruz kendimizi ve bunun bir kaçış yolu yok gibi. Çoğunlukla... hatta her zaman yalnız hissediyorum kendimi. Anlıyormuş gibi yapan bir güruhun içerisinde kendimi kaybolmuş hissediyorum. Cebimde sadece yüz lira param var.

 - Caddeler ıssız, benim gibi.
 - Sokak lambaları pek sönük, yüreğim gibi

    İnsanın para metası ile ölçüldüğü şu dönemde kendimi olduğumdan daha fakir ve asosyal hissediyorum. Bunu en son on yedi yaşımda yaşamıştım. Kendisi pek bir dürüst lakin pek laf dinlemeyen bir arkadaşımın yüzüme tokat gibi vurmasıyla öğrenmiştim asosyal olduğumu. Artık onun gibi yüzüme vuracak cesaretli insanlar olmadığından mütevellit artık kendi sessizliklerinden ya da bana bir mana bulamayışlarından ya da bana verilmeyen cevaplardan anlıyorum bunu. Bu durumda ki en önemli nokta ise inceden ve sessizce bunu vuruyor olmaları, lakin ben bunu böğrüme saplanmış bir bıçak misali en acılısından anlıyorum ve hissediyorum.

 - Yaşamak güzel bir maharettir.
 - Yaşamasını bilene..
 - Ölmekte güzel bir marifettir.
 - Her şeyi kesinleştirip son anına kadar yapabilene...

  Ölüyordu insanlar. Nedeni bilinmeden, anlaşılmadan bir anlıkta gidiyordu insanlar. Beş dakika bile sürmüyordu bu durum. Belki saniyeler, belki saliseler. Ölüyoruz her geçen gün. Hücrelerimiz ölüyor, cildimiz ölüyor. Belki sadece yaşlandığımızı zannediyoruz ama ruhumuz ölüyor azizim, çocukluğumuz ölüyor!








Bilinmeze doğru bir yolculuk halindeyiz. Kimse nereye gittiğimizi bilmiyor, sormuyor ve bunu düşünmüyor. Sahi bugün neler yaptın? Pek çok şey yaptın bu bir gerçek. Lakin gerçeğin aksine altında yatan gizli gerçeği görmek korkutucu mu geliyor? Ben sana gerçeğin altında ki esas gerçeği söyleyeyim; her şey yapmana rağmen aslında bugün hiç bir şey yapmadın. Bütün günün sadece koca kurallara dizinine bağlı bir boşlukta hava alma çabasıydı. Evet sen, bugün pek çok şey yapmana rağmen hiç bir şey yapmadın.

Bugün yolda iken dışarısının nasıl koktuğunu hatırlıyor musun? Ya da saat kaç civarlarında güneş, kaç civarında bulut ve yağmurun olduğunu hatırlıyor musun? Hatırlasan bile yarım yamalak. İşte hayatına öyle yarım yamalak bakıyorsun. Görmüyorsun hayatın ile ilgini gerçekleri. Zamanın tükenmeyeceğini düşünüyor ve kafan rahat takılıyorsun ama sabaha çıkmaya senedinin olmadığı bu lağım çukurunda nasıl oluyor da bir gün gideceğini unutuyorsun?

Boş vermişlik kötü bir histir. Uzay boşluğunda yörüngeyi bulmak, ya da denizin altında bir oksijen kaynağı aramak gibidir. Aslında kafanı yukarı kaldırdığında nefes alabilecekken neden kafanı aşağı eğip de denizin dibinde ki bok yollarında sürünerek nefes aramaya çalışıyorsun? Burada sakın yanlış anlama, denize her zaman sonsuz saygım oldu. Oranın ayrı bir yaşam olduğunu her zaman yüreğimde büyük bir gıpta ve saygıyla hatırımda tuttum. Ama için kocaman bir boka batmış deniz iken, sen nasıl olur da tek saniyelik bir hareketi kendine çok görüp de nefesini mahvedersin bu koca hayatta? Kalk ve artık bir şeylerin kokusunu almaya başla bir an önce! Gözlerini aç ve gökyüzünü gör. En güzel halini de gör en boktan ve en depresif halini de gör. Ama görmekten, nefes almaktan ve denemekten vazgeçme. Seni sen yapan şeylerin her zaman farkında olarak yaşa ve öyle devam et yoluna.








MERDİVEN





Bir ağıttı bana bu merdivenler

Geçmiş ve geleceğin arasında ki basamaklar

Tırabzanlar kadar beklemiş yüreğim

Alçacık boyumla hayata uzanmayı bilemedim


Ortanca basamaklarındayım merdivenlerin

Yaşım daha yirmi beş bile değil

Nasıl olabilirdi ki

Çıkarken basamakları, yüzyıllar geçmiş besbelli


Ruhum bir firarın tam eşiğinde

Bedenim bir binanın kot beşinde

Gülüşlerim, martıların alaycı yüzlerinde

Ben bitmişim, basamaklar henüz bitmese de.









saatin kaç olduğunu, bugün günlerden ne olduğunu düşünmeden yaşıyoruz. Düşünmeden ve şuursuzca yaşıyoruz bu hayatı. Ben zamanı sayıyorum. Günlerden hangi olduğunu, saatin kaç olduğunu hatta kaç gün sonra ki planı yapacak kadar sayıyorum zamanı. Bir gün ölüp gideceğiz ve sabaha çıkmaya senedimizin olmadığı bu hayatta ya çok sayıyoruz zamanı ya da hiç saymayıp har vurup harman sarıyoruz. Zamanın bile kredi kartına 24 ay taksitle verilebilecek bir çağa doğru yaklaşırken, bu umursamamazlık neden? Bunu sorarım size..


 İnsanların birbirlerine gülmediği bir hayatta yaşıyoruz. Ben bundan daha acınası ve orijinal bir intihar şekli görmedim. Toplumca, toplulukça hatta insanlıkla birlikte toplu intihar planımızı korkunç bir şekilde, korkunç derecede bir hızla hazırlıyoruz ve bunu uygulamak için günü bırakın, yalnızca saatlerimizin bizi sıkıştırdığı kadar kalan zamanımızın olduğu düşüncesine varıyorum. Gülmüyoruz, konuşmuyoruz. aptal aptal sağa ve sola bakıyoruz. Öylece duruyoruz metrolarda saksı de yetişen bir "bonsai" ağacı misali. Erol Büyükburç üstadımızın "Ben saksı değilim!" repliği aklıma gülerek gelse de, üstadın haklı olduğunu görüyorum. Hepimizin 21. yüzyılın ortasına gelmiş bireyler olarak saksı da yetişen bir süs bitkisi gibi yaşıyoruz hayatı ve bu şartlara göre yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Geleceğin yeni saksıları, dünyaya hoş geldiniz!