Bordo kravatlı adam, bir
gökdelenin otuz ikinci katından yere ve gökyüzüne bakıyordu. Gelecek ve
geçmişin arasında ki “Araf” adını verdiğimiz o ince çizgi de duruyordu.
Saniyeler dakikaları kovalıyordu. Gökyüzüne doğru bakıp mutlu oluyor, aşağıya
doğru bakıp iyice hüzne kapılıyordu. Gökyüzünde onu dinleyen ve hiç
anlamadıkları dillerine neşeyle bağıran kuşların gürültüsüne hayran oluyor,
aşağıya baktığı zaman ise aynı dili konuştuğu ama bir saniye bile olsun yukarı
bakmaya ve ona seslenmeye tenezzül dahi etmeyen insanlar içinde büyük bir
hüzün, acı ve utanç duyuyordu. Bu sefer bir şeylerin farkındalığını yaratma
zamanı gelmişti adamın. Evet, o adam bütün dünyaya ne kadar bağımlı, iğrenç ve
ne kadar sefil olduklarını otuz ikinci kattan zemine çakılarak damlayan her
kanı ile gösterecekti. Gökyüzüne son bir kez baktı ve usulca tebessüm etti
kuşlara. Tam yere doğru hüzünle bakıp son görevini yerine getirecek iken
arkasından bir el dokundu.
Durun bir dakika bunun öncesinde hikâyenin en başına
dönmemiz gerekiyordu değil mi?
Tabi ki evet!
Haziran ayının ortaları denebilecek bir zaman diliminde
sıcaktan bunalan, deyim yerindeyse kavrulan birçok insan elinden gelenin son
raddesine kadar hareketliliğini sürdürmeye çalışıyordu. Bordo kravatlı adam da
bu anlamsız ve bu kadar sıcağın ortasında oluşan gereksiz insan kargaşasının
içinde kendine yol bulmaya çalışıyordu. Bordo kravatlı adam, modern zamanın
dili ile asosyal, kendi tabiri ile modern zamanda insanın olması gereken
saflığa ulaşmanın bir yolunu bulmak. Bir başka deyişle modern zaman filozofu
olma aday adayıydı. Sadece aday olmakla kalınmaz ve yetinilemezdi. Filozof ya
da derviş olmak zor zanaattı vesselam. Bordo kravatlı adam, bununla yetinmek
istememesine rağmen giderek küreselleşen ve bunun yanında yalnızlaşan dünya da
kendine bir “sosyal kimlik” tanımlamak zorunda idi. Ne de olsa milenyum çağı
insanıyız her birimiz. Yani her birimiz teknoloji çağının en büyük
tüketilebilir besin zincirinin en başında ki kurbandık. Bunun kaçınılmaz bir
gerçek olduğunu bu adam çok iyi biliyordu.
Yavaş yavaş İstiklal Caddesi’ne çıkan yokuşu tırmanmaya
çalışıyordu. Sivrisinekler yaz aylarının gelmesi ile birlikte ortalıkta cirit
atmaktaydı. Yüzü boncuk boncuk terlemişti ve gömleği de terden üzerine
yapışmıştı. Artık tek dileği bir an önce kurumak ve yazın ortasında hastalıkla
boğuşmamaktı. Güçbela da olsa İstiklal Caddesi’nin Şişhane tarafına çıkmayı
başarmıştı. Güneş alabildiğince beton asfaltı yakıyor ve asfalt yandıkça da
insanları bir yumurta misali pişirmeye devam ediyordu. Her tarafta mağazalar
vardı. Sağ tarafta gölgelik bir yerde kontrbas ve çello çalan iki adam vardı.
Bu kadar yalnızlaşan dünya da bu iki müzisyen kafadarın insanlarla bir duyguyu
paylaşma çabalarını takdire şayan bir davranış olarak buldu. Usulca gülümsedi
bordo kravatlı adam, müziğin ahengine kapıldı. Çello çalan uzun saçlı genç
adamın gülümsediğini fark edince bu tepkisini adabına uygun bir şekilde
karşılık verdi. İşte o an bordo kravatlı adamın en mutlu anı oldu. Hem de otuz
iki yıllık uzun bir hayat dönemi içerisinde uzun zamandır böyle mutlu
olmadığını fark etmiş olsa ki elini gülen yanağına koydu ve bu durumu biraz
yadırgadı.
Sahi en son ne zaman mutlu olmuştu bu adam?
Sorusu yanıtsız kaldı kendi içerisinde. Belki de yıllar
önce bu denli bir mutluluk yaşamıştı. Aklında ve yüreğinde ki tozlu raflarda
kalan anıları yoklasa da bir sonuç elde edemedi. Sonuç her zaman ki gibi hüsran
olmuştu. Usulca sıcak ve kokuşmuş asfaltta yürümeye devam etti.
İstiklal Caddesi üzerinde ağır ağır ilerlemeye devam
ediyordu. Sağına baktığı zaman ufak butik bir kitap kafe, antikacı ya da bir
kitapçı görürken sol tarafında alışveriş mağazaları bulunuyordu. Bu yapıların
konumu tesadüfen mi böyle olmuştu yoksa bilinçli ve zekice hazırlanmış bir
şehir mimarisi miydi? Caddenin ortasında durup uzun uzun düşündüyse de bununla
alakalı içinden herhangi bir sonuca varamadı.
Caddede bulunan yapılar ve insanlar üzerine gelmeye devam
ediyor, aşırı bunaltıcı sıcak adamı pişirmeye devam ediyordu. Birden üzerine
gelen insanları inceleme kararı aldı. Üzerine gelen insanlar yüzüne bakmıyordu!
Üzerine geldiği ve gözünde büyüttüğü insanlar yüzüne dahi bakmıyordu. Kafasını
birazcık eğdiğinde ise herkesin elinde bir telefon olduğunu gördü. Sahi ya!
İnsanlar teknolojinin birer tüketicileri idi. Ama bir gün onlarında
tüketileceğinin daha iyi biliyor ve bu durum sinirini bozmasıyla birlikte aynı
zamanda üzüyordu.
Yavaş yavaş St. Antuan Katolik Kilisesinin önüne geldi.
Ter yeniden her yanını kaplamıştı. Kilise, caddenin en muhteşem gölgelik
alanlarından biri olduğu için kendisiyle aynı fikre kapılan bir öbek insan
silsilesi de burayı kendine mesken edinmişti. Tabi ki de bu durumun hiçbir
turistik açlığı gidermek nedenli olduğu apaçık belliydi. Zaten insanlardan
yeterince sıkılmış ve bunalmış olan bordo kravatlı adam oradan da bir an önce
kaçması gerektiğini anlamıştı. Madem bu kadar insandan yorulduysa ve bıktıysa
neden insanlardan kaçmak yerine bu kadar insan yığını olan bir caddeye
çıkmıştı? Cevabı kendi içinde vererek; “İnsanlarla yüzleşmek için!” diye
fısıldadı kendi kendine.
İnsanlarla yüzleşmeyi düşünüyordu bu orta yaşlı kendi
halinde olan adam. Kendi kendine sürekli konuşan bu adamı dışarı da ki hiç
kimse umursamıyordu. Kimsenin kimseyi umursamadığını düşünüyordu adam. Herkesin
bencil olduğunu, kimsenin kimseye yararı dokunmadığı bu milenyum çağında neden
yaşadığını ya da yaşama sebebinin ne olduğu kendi kendine sorguluyordu.
Yürürken anlamadığı bir şekilde bir karaltı gördü ve geçen kişinin ona
baktığını gördü. Bunun normal olmadığını düşündü adam. Yavaş yavaş dikkatini
yere bakmaktan çekerek caddeye ve insanlara doğru yöneltti. Adımları çok azda
olsa hızlanmıştı artık caddeye ilk çıktığından biraz daha hızlı yürüyordu.
Sürekli ona bakan bir insan olduğunu fark ediyordu. Pek ama neden? Bunun
cevabını henüz bilmiyordu.
Onu takip etmeye çalışıyor fakat bu karaltının neye
benzediğini bilmiyordu. Anlamsızca sadece bir çift göz görüyordu. Boyu yaklaşık
1.68 boylarında olduğunu tahmin ediyordu. Cadde gölgelik olduğu için olsa gerek
insanların arasına karışmasını iyi bilen birisiydi. Belki de tanıdık bir yüzdü
fakat o da pek tanımadığı için anımsıyor gibisinden ona zaman zaman bakıyordu
fakat böyle bir durum adamı şimdiden kuşkulandırmıştı. Cadde bitmiyor, insanlar
sürekli üzerine geliyor ve birisi ondan sürekli kaçarcasına ilerliyordu. Bu
durum hiç başına gelmediğinden olacak ki bu sefer sıcaktan değil heyecandan
elleri terliyordu. Ama onu takip etmeye ve onu yakalamaya kendi benliğinde ant
içmiş ve bu onun son göreviymiş gibi ilerliyordu caddede. Ara sokaklardan birinden
hızlıca bir araba çıktı bunu son anda fark eden adam büyük bir korkuyla kendini
geri atmak zorunda kaldı. Öyle durdu olduğu yerde adam. Uzakta bir ışık
huzmesinin içinden tam olarak seçmeyi başardı. Bir kadındı ve bu kadını en son
on yıl önce görmüştü. Hala on yıl öncesinin halini görüyordu. Kadını gören adam
birden dehşete düştü ve yere düştü.
Birden kendini kaldırımın kenarında birkaç kişinin yüzüne
su serpmesi ile uyandı. Kimseyi önemsemeden saatine baktı. Onu gördükten sonra
sadece on beş dakika geçmişti. Fazla vakit kaybetmediğini düşündü adam. Etrafa
baktığında ona bakan ya da o kadına ait hiçbir şey yoktu ortada. Kadını
kaçırdığına gerçekten üzülmüş olacak ki sinirlendi birden ve akabinde bir
hışımla kalktı. Etrafında ki insanların meraklı bakışları ve onun iyi olup
olmadığına soruları “Teşekkürler” diyerek yanıtladı ve oradan ayrıldı.
Taksim metro durağına indi adam. Burası caddeye göre
oldukça serindi. Bir yandan içinde bir rahatlama ile beraber “ya hasta
olursam?” korkusunu da içinde taşıyordu. Şimdi nereye gideceğini bilmiyordu
fakat aklı sadece yollarda idi. Yol, bitene kadar yol, alabildiğine yol. Sadece
bu geçiyordu aklından daha da farklı bir şey düşünemezdi sanırım. Metroya
bindi. Garip gelebilirdi fakat bordo kravatlı adam bu kapanma sesini sevmezdi.
Ne zaman bir kapanma sesi duysa bunu kendi içinde ki umutsuzluğuna ya da bir
şeylerin bittiğine yorardı. Hayatının her yanın da ki ikili insan ilişkileri de
bu kapanma faslı ile bitmişti. Bunun yüzünden olacak ki bu sesi sevmezdi.
Otururken yine aynı olay geldi aklına. Gördüğü kadın doğru kişiydi. En başta
gece mavisi renginde olan saçlarını gördüğü anda onun olduğu fark etmişti.
“Peki, ama neden?” ve “Nasıl olur?” soruları geçiyordu içinden. Neden bu kadın
yüzünü ona göstermişti? Nasıl olur da onu bıraktığı yaşta olabilirdi?
Bu düşüncelerin ardı arkası kesilmezsen bir adam yanına
oturdu. Yaşı ona nazaran bayağı gecikti fakat ona abi diyebileceği yaşta bir
adam oturmuştu yanına. Bordo kravatlı adam aynı dalgınlığını sürdürürken,
yaşlıca olan diğer adam ona usulca seslendi;
-
Sende mi
sorguluyorsun?
-
Nasıl yani? Dedi
bordo kravatlı adam.
-
Gözlerinin öfkeli
dalmasından belli sende sorguluyorsun bir şeyleri
-
Evet, sorguladığım
doğru. Neden bu kadar dikkatinizi çekti merak ettim.
-
Sen benim yaşamımdan
bir kesitsin de bu yüzden.
-
Nasıl yani? Ne
saçmalıyorsunuz?
-
Bu halimin
dikkatli olduğunu sanırdım birde dedi gülerek. Bende ki bir şeyler fark etmedin
sanırım.
Adam
daha dikkatli bakarak gösterişsiz spor hırkasının içinde ki kıyafeti gördü. Biraz
ilginç geldi hafif şaşkın bir ifade ile adamın yüzüne baktı ve bakmasıyla
korkması bir olmuştu. Yüzüne baktığı adam kendisiydi. Evet, yanlış görmüyordu
bu adam kendisiydi! Birden korkmaya başladı ve bu esnada adam elini omzuna
koyarak;
-
Korkmana gerek evlat.
Senin için buradayım.
-
Nasıl benim için
buradasın?
-
Bugün bir şey
gördün değil mi? Senin on yıl benim yirmi beş yıl öncesine ait olan bir şeyden
bahsediyorum.
-
Evet, onu gördüm.
Onun kim olduğunu biliyorsun değil mi?
-
Biliyorum,
ikimizin de anlaşılacağı bir dilden konuşmam gerekirse gece mavisi saçlı kadın
diye bahsedebiliriz. Zira bizim için önemli bir detaydı biliyorsun.
-
Gayet iyi
biliyorum. Bu arada gelecekte bu kadar sade duracağımı bilmiyordum.
Şaşkınlığımı affet lütfen.
-
Şaşırman gayet
normal bunu anlıyorum ama biliyorsun biz sadelikten vazgeçmeyen bir felsefe
adayıyız değil mi?
-
Bu konu da hala
değişmediğimi bilmek güzel oldu. Tabi ki öyleyiz. Ama bunu başaramadık sanırım.
-
Eğer yaşıyorsak,
başarmaya bir adım daha yakınız.
Böyle
geçen bir sohbetin ardından istediği yere geldi adam ve o nefret ettiği sesi
tekrar duydu. Birden;
-
Gitmem lazım.
-
Bende geliyorum.
-
Nereye gideceğimi
dahi bilmiyorsun.
-
Gayet iyi
biliyorum. Unutma ben kimdim?
-
Sahi ya.
(Gülümseyerek) Sen benim 15 yıl sonra ki halimsin ne de olsa.
-
(Kahkahalı bir
şekilde) O zaman bile zeki olduğum bir gerçekmiş!
Birlikte
ağır bir şekilde yürümeye başladılar. İkisi de hafif bir tebessüm halinde
hiçbir şekilde konuşmadan yürüyen merdivenlerde gidiyorlardı. Bordo kravatlı
adam kendisinin on beş yıl sonra ki halini gördüğü için hem şaşkındı hem de
mutluydu. İkisinin de aradığı şeyin o olduğundan kesin olmaları da yıllar boyu
süren bir arayışın devamı olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor ve bu durum adamın
canını sıkıyordu. Çıktıkları yer 4. Levent’in tam ortasıydı. Kocaman binalar
gökyüzüne karanlık bir hava katıyor iken camlarına vuran güneş ışıkları da
binaları bir o kadar görkemli kılıyordu. İkisi de aynı anda hayretle binaya
baktılar ve sonra birbirlerine bu davranışlarından dolayı güldüler. Bordo
kravatlı adam, kendisini anlayan bir kişinin yanında olmasında mutlu ama
anlayan kişinin de gelecekten gelen kendisi olması durumu da adama bayağı komik
geliyordu. Sonra yeniden bir karaltı ve bir çift göz göründü uzaktan. Bunun o
olduğunun farkına varmıştı. Birden gelecekti haline dönerek;
-
Az önce benim
gördüğümü sen de gördün mü?
-
Unutma ben
yaşadığın anıları yeniden yaşıyorum.
-
Haydi, koşalım o
zaman!
-
Sakin ol. Sadece
yavaşça takip et. Yıllardır ona yaklaşmak için yavaş davranıyorum.
-
(Gülerek) Doğru
yaşlandım ya ondandır!
-
Saçmalama lütfen!
Yaklaşık 10 yıldır bu şekilde yaklaşabilmeye yakınlaştım. Yoksa seni hayli
hayli geçerim. Sigara içmiyorum fark ettin mi?
-
Sahi ya ben ne
zaman sigarayı bıraktım?
-
Zamanı gelince ve
yapacağın seçimlere göre karar verirsin.
Etrafta
bu konuşmalar geçerken insanların anlamsız bir şekilde kendilerine baktığını
fark etti adam. Uzun zamandır yüzüne dahi bakılmayan bu adama neden bu kadar
dikkatli ve bir o kadar anlamsız baktıklarını çözemedi fakat bunu çok ta
umursamadı. Karaltının gittiği yere doğru gitmeye devam ettiler yavaşça. Yaşlı
adamın dediği doğruydu. Yavaş gittiklerinde kadın da yavaşlıyor ve sadece
onlara bakıyordu. Zaman zaman ışıktan dolayı tam anlamıyla kadını görmeyi
başarıyorlardı.
-
Bu takip ne kadar
daha sürecek?
-
Merak etme evlat.
Birazdan bitecek ve bir seçimle karşı karşıya kalacağız.
-
Bir seçim derken?
-
Zamanında
yapmadığım bir seçimle alakalı evlat. Birazdan göreceksin.
Bir
plazanın içine girerken kayboldu kadın. Peşinden gitmeye devam ettiler.
Güvenliği zar zor geçtikten sonra merdivenleri hızlı adımlarla çıkmaya
başladılar. Her karaltı geldiğinde ona daha çok yaklaşır gibi oluyorlardı.
Zaman zaman nefesleri kesiliyor ve dinlenmek zorunda kalıyorlardı. Birden
kendilerini otuz ikinci katta buldular. Boş bir ofisin içine girdi kadın.
İçeriye girdiklerinde kadın açık olan pencerenin kenarına oturmuş ona gel
dercesine işaret etti. Adam pencereye doğru yönelse de kadın kendini aşağıya
bıraktı. Adam pencereye doğru gitti ve pencereye aynı şekilde oturdu,
ayaklarını dışarı çıkardı. Adamın
arkasından yaşlı adamın eli dokundu.
-
Şimdi nasıl bir
seçimin ortasında kaldığımız anlıyor musun?
-
Durumun gayet
farkındayım. Farkında olmasam kendimi buraya koymazdım.
-
Peki, bunu yapmak
istediğinden emin misin?
-
Sen yapmadığında
ne olduğunu görmüş olduk. Ama benim durumum farklı. Ben amacın ne olduğunu
çoktan anladım.
-
Neymiş peki amaç?
-
Bırak o da bende
kalsın.
-
Bak emin misin? Bu
kararı alırsan ikimiz de yok oluruz, biliyorsun.
-
Bunu gayet iyi
biliyorum. Peki, sen yok olmaya hazır mısın?
-
Ben bunu fark
edeli yıllar oldu evlat. Hadi yok olalım o zaman.
Adam kendini aşağıya doğru bıraktı. Hayatından ki en büyük korkusu olan
yükseklik korkusunu da ilk ve son kez tadıyordu. İşte o zaman insanların ona
nasıl baktığını fark etti. Şimdi düşüncelerini tüm insanlığa kanıtladığının
farkına vararak gülümsedi. Modern zamanların son filozofu insanlığın en işlek
olduğu bir yerde göz göre göre ölümü uğruna her şeyi kanıtlıyordu. Son kez
“işte bu!” diye bağırdı ve kendini rüzgârın akışına bıraktı.